Halkı Kırmakla Yenmek Aynı Şey Değildir

Ülkeyi yönetenlerin 30 yıl gibi uzun bir zaman diliminden bu yana iktidar uygulamalarında baş sıraya oturttukları konu hiç değişmedi: “Ülkenin huzur ve güvenliği.” Bu sözü o kadar dillerine doladılar ki, bununla yatıp, bununla kalkar oldular. Huzur ve güvenlik her yeni gelen yönetimin baş sorunu idi. Ne yapıyorlarsa, ne ediyorlarsa onun içindi. Halka ve ülkeye elbise biçer gibi modeller biçtiler. Denediler, bozdular, yenilerini biçtiler. Askeri darbeler tezgahladılar, yüzlerce hükümet değiştirdiler, anayasaları, yasaları yaz-boz tahtasına çevirdiler, pay-ı tahtlarının büyük bölümünü sıkıyönetimlerle, olağanüstü hallerle, kararnamelerle geçirdiler. Her şeyi yaptılar, denediler. Arjantin modeli, Güney Kore modeli, IMF reçeteleri, CIA, Pentagon direktifleri, işkence ve kirli savaş eğitiminden geçmiş sıkı emniyetçileri, büyük sermayenin zirvesinde, Amerikancılığın kucağında yetiştirilmiş ısmarlama politika reisleri, bunların aile ve her türlü çıkar efradı kâr etmedi. Bir türlü ulaşılamayan, garip bir histeriydi huzur. Bir tek kendilerine ve düzenlerine toz kondurmadılar. Huzursuzluğun ve güvensizliğin kaynağı aslında onlara göre halktı. İşçiler huzuru bozuyorlardı. Sendikaları biçildi, hakları çöpe atıldı. Öğrenciler anarşiye alet oluyorlardı, üniversiteler polis kışlalarına çevrildi. Memurlar, devletin güvenliği için nifak, hazinesi için yük oluyorlardı. 617’ye zincirlenmiş kapıkulları haline getirildiler. Emekçi köylüler, bir eski zaman çarıklı erkanıydı, varı yoğu tükettiler diye yollara düşüp, kargaşa çıkarmaya hakları var mıydı? Büyük şehirlerin yüzde 70’ini oluşturan gecekondu halkı, yoksulluk, işsizlik, nizam-intizamsızlıkla anarşinin kaynağı oluyordu; onlar da güvenliği tedirgin edilen devletin hedefi haline geldiler. 70 yıllık geleneksel politikanın böldüğü Kürt halkı bölücülük yapıyordu, 20 milyon insanın yaşadığı bölge bu politikanın sonuçlarına katlanan yer oldu. Kısaca kendilerinin dışında her şey huzur ve güvenliğin tehdidiydi. Bir tek onlar ülkenin bekçisiydiler. Gerçekler, akıl, mantık tersyüz olmuştu. Bir avuç haklı (!), 60 milyon haksıza (!) savaş açmış duruyordu.

Yine yetmedi, yine beklediklerini bulamadılar. Bir kez olsun hile karıştırmazlık edemedikleri demokratikleşme oyunları da kısa sürdü. Artık bütün halka karşı sürdürülen bu savaşı, daha organize bir aşamanın eşiğine getirdiler. İstanbul gibi büyük şehirleri, olağanüstü hal ve silah politikasında terfi etme imkanı bulmuş olanların, kontrgerilla şeflerinin himayesinde şımartılmış infaz mangalarının, işçileri başkentten dayakla geri çeviren resmi sopalıların eline teslim ederken, şimdi Kürt halkının yaşadığı bölgeleri de bu kez 70 yıl öncesinin “tedip ve tenkil” hareketlerini yeniden gündeme getiren daha geniş çaplı topyekün bir “harekata” hazırlıyorlar.

Basının kamuoyunu adeta bir seferberliğe ısındıran haberleriyle, Demirel vb. sivil askeri yöneticilerin “taarruz” demeçleriyle, ordu düzeyindeki harekatlarla ve hemen her günü dolduran faili belirsiz (!) cinayetlerle bu daha geniş çaplı geleneksel politikanın adımları tırmandırılıyor. Demeçlerde “Durum artık insani tedbirlerle çözülecek noktayı aştı”, “Nisan’da bu iş tamam”, “Bir uçtan girer, öteki uçtan çıkarız” ifadeleri öne çıkıyor. Giderek duyulmaz hale gelen insani nutuklarla yer değiştiren bu tür mesajlar, şişirme kitlesel ayaklanma teorileri ve “Baharda saldıracaklar” türünden telaş uyandırmaya dönük abartılı siyasi, askeri “kurmay” değerlendirmeleri üzerinde yükseliyor. Yine sorun askeri “çözümlerin” ellerine terk ediliyor…

Kürt halkının gerçeklerini ve taleplerini bugüne kadar inatla reddeden geleneksel politikanın yarattığı sonuçların sorumluları kendileri değilmiş gibi, şimdi artık kitlesel bir “hizaya getirme” girişimini meşrulaştırırcasına “yerleşim bölgelerine de hakim oldular, sıra ayaklanma aşamasına geldi” gibi uzman havalı bilgiçliklerle, kamuoyu bu politikaya hazırlanılıyor. Bizzat devletin en üst yetkililerinin ağzından “Bu bir savaştır.” sözleri yineleniyor. Kendi aralarındaki danışıklı bir körebe oyununun sahnesinde, herkesin gözünün içine baka baka hak, hukuk, adalet sözcükleriyle nasıl alay edildiğini gösterircesine, rambo kılıklı çetelerin karşısında halkın hayatının bir tetik basımı kadar değersizleşmesi, sanki halka karşı ayaklanma değilmiş gibi ayaklanma alarmlarıyla gürültü koparıyorlar. “Yasal yollar” diye tehdit edip, akıl veren sanki kendileri değilmiş gibi, aslında ikiyüzlü bir demokrasiden başkasına geçit vermeyen bu yolları kullananlara bile tahammül edemiyorlar. Parlamentoya birkaç Kürt milletvekili sokabilmiş HEP gibi bir partinin insanlarını parlamentoda tokatlayıp, bölgelerinde ise birer ikişer yok etmek, aynı arsızlığın olağan tepkileri sayılıyor. Anayasayı “tağyir ve tebdil” edecekler diye on binlerce insanı zindanlara kapatanlar, nasıl ki aynı anayasaları bir kez değil, yüzlerce kez kendileri devirip geçiyorlarsa, şimdi de halk ayaklanacak paniği ile önce davranıp, bir karşı ayaklanma taarruzuna girişiyorlar.

Bütün bunlar, sistemi, onca çağdaşlaşma iddialarına rağmen halkın en temel hak ve özgürlüklerini korku ve özgürsüzleştirmeyle boğan, her noktada daha organize olan sopa politikasının içine sürüklüyor. Ne var ki, ülke artık ’20’lerin, ’30’ların Türkiyesi değildir. Kırmakla, yok etmekle, toplumsal muhalefeti zoraki sisteme uyduracaklarını sananlar, devletin gücünün korkuyu hakim kılarak üstün geleceğini düşünenler yanılgılarından ders çıkarmamışlardır. Bu mantğın üzerinde şekillenen politikaların 70’lerde birkaç anarşist dedikleri insanların ’80’lerde neden binlere ulaştıklarını, bugün iyice baş edilemez hale geldiklerini, tabu sayılan politikaların, dokunulmazlıklarının nasıl yerle bir olduğunu anlamamışlardır. Faşizmin kör mantığı ve sadece profesyonel infaz örgütleriyle “modernize” olmuş ilkel ceberrutluk özlemleri, hala, halk hareketini ve en basit protesto biçimlerini acizlik yansıtan pervasız şiddet yöntemleriyle bastırma peşindedir. “Asayiş” güdüsünün kara gözlükleri dipte kaynayan dalga karşısında gözlerini kör ettiğinden, yarattıkları öfke patladıkça, haksızlığın ve özgürsüzlüğün bastırılmış çelişkileri dışa vurdukça paniğe kapılıyorlar. Oligarşi dipsiz bir batağa yuvarlanmaktadır. Halk yalnız değildir. Ne emekçi sınıfları onursuz bir baş eğmeye hapsetme ve tepkisiz ve muhalefetsiz bırakma çabaları, ne de Kürt halkının taleplerini gözden ırak tutma girişim ve yöntemleri umdukları sonucu vermeyecektir. Karşılarında en az 20 yıllık bir deneyimin birikimleri üzerinde gelişen devrimci mücadele vardır. Egemen sınıflar da sadece yarım baş ağrısıyla karşı karşıya olmadıklarının farkındadırlar. Ankara ve İstanbul’da art arda tekrarlanan üst düzey toplantılarının “Bir gözü Doğu’ya, bir gözü Batı’ya” dönük kararlan, üzerinde durulan “parça”dan ziyade “bütün” kaygısını ortaya koymaktadır.

Oligarşi iç savaş kabusu görmektedir. Profesyonellerin ve kontrgerillanın hareket sahası, şehirlerde ve kırlarda mücadelenin yoğunlaştığı alanlara yayılmıştır. Ne var ki tutulan yol, toplumsal muhalefeti ve mücadeleyi militarizmle yenmeyi düşünen, sürekli denenip, iflas etmiş aynı politikanın devamından başka bir şey değildir. Zaman, her keresinde tekrar başa döndüklerini, halka rağmen “huzur” kuramadıklarını, aksine daha da büyüyen bir halk hareketiyle karşılaştıklarını yeterince ispatlamıştır. Çünkü onlar, halkı kırmakla, yenmenin aynı şey olduğunu sandılar.

Her keresinde yanıldılar, yine yanılıyorlar.

Mücadele, Sayı: 38,15 Şubat 1992

Common phrases by theidioms.com