İnsan toplumsal yaşamayı sonradan kuran ve yaşamını bilerek böyle güvence altına alan tek canlı türdür. Üretimin toplumsallaşması, yani toplumsal işbölümü, insanlıgın oluşturdugu en önemli aşamalardan biridir. Yalnız, tarihsel olarak, eskinin yerine hedeflenen ve geçirilen her yeni toplumsal yapılanma, köleci olsun, fe- odal ya da kapitalist olsun, bir öncekin- den ilerici olmasına ragmen, kendi iç çelişkilerini de beraber getirmiştir. Bir öncekinden rahatsızlık duyan ve ona alternatif olan sınıf, bu durumdan rahatsız olan bütün güçleri de peşine takarak, yaşama dar gelen eskinin yerine yeniyi geçirirken, toplumsal olarak vaad ettiklerini, kendisi için vaad edilmişe dönüştürür ve kendi egemenligini kurar. Böylece köleci beylerin yerine feodal, feodal beylerin yerine kapitalist olmak üzere, insanın insanı ve toplumun toplumu sömürüsü bu degişik biçimlerde, günümüze kadar geldi.
HER YENi TOPLUMSAL YAPILANMANIN SANAT ORTAMI:
Sanat ugraşısı eglence olsun diye veya deşarj için degildir. Yaşamsal çelişkilerin insan ruhunda yarattıgı gerilim ve bunun duyarlıgı alevlendirmesi, var olan durumu ve bunu degiştirme özlemini sanat biçimde dışa vurur. Bu durum toplumsal ortamla sıkı sıkıya ilgilidir. Her büyük sanatçı çagının sorunlarını kavrar ve bu sorunları yaratan güce karşı, bu sorunları ortadan kaldıracak güçten yana tavır takınır. Bu ikilinin mücadelesinde sanatçı duyarlıgı tarafsız kalamaz, vurdumduymaz olamaz. Burada sanatsal yetenek kendisini haklı olandan yana donatır. Haksızlık ve çürümüşlügün safında olmak duyarlıgı harekete geçirmez ve insana sanat için gerekli emek enerjisini vermez. Bundan dolayı da bu anlayış ve saflardan ortaya sanat çıkmaz. Çıkıyor gibi gösterilmeye çalışılsa da aslı yoktur ve kalıcı olmuş birtek örnegi gösterilemez. Çünkü haramın üstünde güzellik çiçek açmaz.
Haklı olmanın ve haklı olandan yana olmanın konumu ve duyarlıgı ise asla haksızlıgın konumu ve duyarlıgı ile karşılaştırılamaz. Burada duyarlık, emek verme, yetenegini insanlık ugruna kullanma en büyük aşamasındadır. Bu durum sanatı da en büyük aşamasına vardırır. Sömürüye dayalı her toplumsal yapılanmada, çürümüşlük, kokuşmuşluk, üretimin gerici ve paylaşımın çıkarcı oluşu, toplumsal gelişmenin, insan özgürlügünün, ihtiyaçların karşılanmasının önünde engeldir. Toplumun ilerici dinamik güçleri bu durumdan kurtulmak için, tarihsel olarak bu kokuşmuşlugun yerine, sömürülenlerin ihtiyaçlarına uygun ve adil olanı geçirme mücadelesine girerler. işte sanat ve sanatçı bu mücadeleyle kendini donattıgı oranda büyür. Acıyı ve kaynagını yenmek için toplumun dinamik güçleri, güçlerini en üst düzeyde kullanmak zorunda kaldıkları dönemlerde, acısının kaynagını oluşturan güçler de, buna karşı olarak güçlerini en üst düzeyde kullanmak zorunda kalırlar. Karşıtların mücadelesi bütün katılıgı ile kendi gerçegini ortaya koyar. Burada eskiyi temsil edenler, gericiligini, zulmünü, haksızlıgını artık gizleyemezler. Ne ülke, ne de insan ve toplum sevgisi vardır onların tarafında. Bireysel çıkar için bütün toplumun feda edilişini, bütün halk kolayca görebilir. Onun için bu dönemde, acının temsilcileri zayıf ve yenilecek olan tarafın temsilcileridir. Güçsüzdürler, iç dinamikleri yitmiştir. Ama alnına ölüm vuranın panigi ile saldırgandırlar.
Bu ortamın ve bu ortama gelene kadar, bu gerçegin mücadelesini veren sanatçılar, hem gerçeklik bakımından, hem duyarlık bakımından hem emek verme bakımından, yetenegini en üst düzeyde kullanırlar. Böylece ortamdan derinlemesine etkilenen sanatçı, o büyük eseri ile ortamı da derinlemesine etkilemiş olur.
HER TOPLUMSAL YAPILANMANIN SANAT GERÇEKLiGi BAŞKA BAŞKADIR
Sanat ve sanatçı yaşamın ürünüdür, ve yaşama dayalıdır. Köleci, feodal, kapitalist olsun her yapılanmanın bir sanat gerçekligi olmuştur. Sanat akımları bir öncekinden bir sonrakine geçişin özelligi olarak ortaya çıkmıştır. Masallar, mitolojik destanlar, toplumcu gerçekçilik, sosyalist gerçekçilik bu aşamalara denk düşen akımlardır. Alt yapının köleci ilişkilere dayandıgı krallıklarda, o bilinmezlik, teknolojik eksiklik ortamında insanlıgın o zincirli yaşamını bir gözler önüne getirelim. Elbette toplum ve sanatçılar doga güçlerini tanrı yapacak ve kurtuluş için bu güce manevi olarak sıgınacaktı. Böylece olaganüstü güçlerle ilgili masallar, mitolojik sanat eserleri ortaya çıkacaktı. Bilindigi gibi Yunan mitolojisi, Yunan sanatının sadece donatım deposu degil, ama temelidir de aynı zamanda. Yunan mitolojisinin tabanında yatan doga ve toplumsal ilişkiler anlayışı, ortada otomatik dokuma makineleri, demir ve uçak yolu agları, elektrikli donatım aletleri vs. varken mümkün olabilir mi?
Yani Homeros bugün yaşasaydı yazacagı eser ilyada olmayacaktı. O dönem insanlar bir ileri aşama için olaganüstü güçleri, kendi güçlerinin de üstünde görerek, çözüm için onlardan yardım istemek zorunda kalmışlardır. Çok tanrılı dönemlerde her tanrıya egemen sınıfın baskı unsurunu temsil etmiş, ya da bu baskıya karşı olarak, bu baskıdan kurtulmanın manevi bir sıgınagı, medet umulan, bir öncekinin karşıtı olmuştur. Yani anaerkil, analık hukukunun hakim oldugu ortamda, nasıl ana kraliçe anaerkilligin bir baskı unsuru ise, Zeus da buna karşıt olarak sıgınma, yardım isteme tannsı olmuştur. Tabi analık hukukunun baskı altında tuttukları için olmuştur bu. Böylece toplum gibi, olaganüstü güçler de sınıflara ayrılmış, her sınıf, kendi çıkarlarına uygun düşen tanrıyı yaratmıştır.
Feodal yaşamda, kölecilige karşı sanat daha gerçege yatkın olmasına karşın, mistik ve tek tanrılı bir güce sıgınma, bu dönem edebiyatının gene ana ögesi olmuştur. Tanrı teke inmiştir ama sınıfların onu degerlendirme biçimi, kendi yaşamlarına göre ayrıcalık göstermiştir. Yani bu kez tek tanrıda sınıflar kendi özlerini ayrı ayrı yansıtmışlardır. Yunus Emre’nin veya Pir Sultan’ın tanrısı, agalıgın tanrısı ile hiç bagdaşmamıştır. Nesimi, Yunus, Pir Sultan o dönemin kokuşmuşluguna ve bunun degiştirilmesine tarikatlarla örgütlenerek önayak olmaya çalışmış ve buna uygun düşen duyarlıkla sanat yapmışlardır. Ama şu bir gerçektir ki, bu ustaların yarattıgı sanat, bu ustaları yaratan o zamanki yaşam çelişkilerinin ve yaşam mücadelesinin ürünüdür. Daha sonra özellikle Avrupa’da kendini göstermeye başlayan toplumcu gerçekçilik, önceki akımların yerine geçmiştir. Çünkü yaşamı degiştirme mücadelesi, tarihsel olarak burjuvazinin öncülügü ile sahneye girmiştir. Feodal kokuşmuşluk belirginleştikçe, onun bagrında gelişen yeni yapılanmanın görüntüleri, siyasete oldugu kadar sanata da yansımış, bu yeni yapılanmanın sanat akımı büyük dahileri ortaya çıkarmıştır. Stendhal, Vic-tor Hugo, Gothe, Tolstoy, Balzac vs. feodaliteden kapitalizme geçişin sancı ve coşkularının yarattıgı dahilerdir. Toplum bir sonra için nasıl bir yapılanmaya gebe ise ve bunu kim doguracaksa, bunun duyarlıgı, sanatı üst yapısal olarak buna uygunluk içeriyor ve öncekine alternatif olarak ortaya çıkıyor.
Günümüz burjuva basınında özellikle toplumcu gerçekçilikle sosyalist gerçekçilik aynı imiş gibi gösteriliyor ve yasal nedenlerle bir çekinge olarak, sosyalist gerçekçiligi yumuşatıp toplumcu gerçekçilikle sanki sosyalist gerçekçilik ima ediliyormuş ifadesine gidiliyor. Bunlar asla birbirleri ile bagdaşmayan iki akımdır. Birinde burjuva sınıfının kitlelere öncülügünün ve yaşamı bu sınıfın çıkarlarına uygun düşecek biçimde degiştirmenin coşkusu vardır. Sosyalist gerçekçi sanat eserlerinde ise, yaşamı degiştirme mücadele ve duyarlıgı işçi sınıfına ve onunla kardeşleşmeye devredilmiştir. Çernişevski, Henrih Heine, Gorki, Nazım, Bertolt Brecht gelecek toplumsal yapılanmaya uygunluk içeren sosyalist gerçekçiligi gündeme getirdiler ve sanat, sınıfsal olarak bu öz için onlarla daha ileri bir adım atmış oldu. Tıpkı sosyalizmin kapitalizm karşısında daha ileri bir adım oluşu gibi.
Dünya tarihsel ve teknolojik olarak bir ülke konumu özelligine bürünmektedir. Tüm dünyada emperyalist sistem ve işbirlikçileri, rekabetleri gizli kalmak üzere, bütünleşiyorlar. Sömüren ve sömürülen biçimindeki kamplar netleşiyor. Sanayi devriminin gerçekleşmedigi ülkelerin köylerine kadar emperyalizme bagımlı sanayi giriyor ve o ülkelerin kendi öz gücüne dayalı olmayan, o ülkeleri emperyalist sistem ve işbirlikçileri yararına sömüren bir teknoloji oluşuyor.
Bu baglamda köylerde bile bu teknolojide çalışan, ama bu teknolojinin götürdükleri geregi aç kalan, yoksul ve modern bir işçi sınıfı potansiyeli daha geniş kapsamda alternatif oluyor. Nasıl emperyalistler arasında sömürü kampı oluşmuşsa, bu yoksul ülke emekçileri arasında da bu kampa karşı bir birlik oluşmaktadır. Her dilden emekçi insanlar arasında bu birlik, yaşamın dayattıgı tarihsel bir zorunluluk ve sorumluluk olmaktadır. Daha önce sokaktaki işsiz, köydeki işsiz, şimdi kendini aç bırakan işle, pratik olarak sümürüldü günün bilince varıyor ve somut olarak yaşamı kendine zindan edenleri, yanıbaşından en uzaga kadar farkediyor.
şimdi dünyanın tarihsel olarak vardıgı bu konum kimin sanatçılarına duyarlık ile sanat ürününü verecektir. Bir kez dikkat edilirse emperyalist ülkelerden, sanayi devrimi aşamasındaki devlerden, orada şimdiki yaşam geregi artık çıkmıyor. Evet, haramın üstünde güzellik çiçek açmaz. Yaşamı her alanda büyük bir duyarlıkla, bilinçle insanlıkla kavrama ve dışa vurma, yoksul ülke emekçileri ile bütünleşmekten, onlarla kardeşleşmekten geçiyor.
Yaşamın bu biçimde gelişim göstermesi, yaşamı ve yaşamı degerlendirmeyi karmaşıklaştırıyor. Bu karmaşıklıgı gerçekçi bir biçimde ve bilimsel degerlendirme, daha detaylı bir görüş alanı gerektiriyor. Görüş alanı da karmaşıklaşıyor.
Bu karmaşıklıktan yararlanan burjuvazi, halk kaçkınları, yaşamdan kopuk sanat akımlarını, yaşamdan kopuk sanatı aslında “sanatsızlıgı” gerçek sanat akımının ve asıl sanatın önüne koymaya çalışıyorlar. Yaşamı degiştirme mücadelesi hedef saptırıcı bulanıklıklarla karşı karşıya kalıyor. Onlara göre şiir, düşünceyle degil kelimelerle yazılır. Onlara göre estetik,şiirin alfabesidir. Sanki estetik, estetigi dogruyor, sanki estetik, yaşamın yarattıgı o büyük duyarlıktan gelmiyor. iyi de, şair her alanda dogru bilinçle kendini donatırsa, bunu düşünce olarak şiirden nasıl soyutlar, böyle bir şiir nasıl şiir olur? Ona göre estetik olacak ve şiir büyüyecek. Estetik estetigi getirmezki, yine söyleyeyim, estetik yaşamın alevlendirdigi duyarlıktan gelir. şiirden düşünceyi, siyaseti kovamaya çalışan, karşı düşünceyi ve karşı siyaseti bu biçimde savunuyor demektir. En büyük sanat eserleri en büyük dogru düşüncenin, en net görüş alanının ürünüdürler. Çünkü bilenle bilmeyenin duyarlıgı, enerjisi ve zahmete katlanma azmi aynı olmaz.
Doga şiirleri, aşk şiirleri bile, şairiken dogru bir siyasetle kendini donatmışsa, estetik olarak en büyük mevkiye oturur. Görülüyor ki estetikle, dogru düşünce, estetikle, politik bilinç, birbirinden kopuk degil.
Onlara göre asıl olan, şiiri kitlelerden ve yaşamdan gelen duyarlıkla, kitleler için degil, sömürmeden gelen duyarlıkla, burjuvazi için yazacaksınız. Ama bunu dogrudan böyle söylemek, yanlışlarını açık bir biçimde sırıttırır. Bunu karmaşık biçimde, toplumculuk pozu vererek söylemek, yanlışlarını gizlemek için, son derece önemli. Yalnız yaşam şunu dayatıyor artık. Herşeye damgasını vuran, sınıf ilişkileridir, sınıf mücadelesidir.
Yeni Bütün’ün “ara kesit” anlayışı sanatçı ve sanatını dar kalıplara sokmuyor-muş. Hiçbir güce baglı olmamak sanatçıyı özgürleştiriyormuş. Sanatçı yaşamsal olarak özgür degilse, tavır olarak “ara kesitte” olmak onu nasıl özgürleştirir? Siyasi ya da politik olmak şiirin alanını daraltı-yormuş. Diyelim ki derinlemesine bir siyasi bilinciniz var ve buna uygun düşen bir siyasi güçle birlik içindesiniz. Bu konumda aşk veya doga şiiri yazmak şiiri dar kalıplara mı sokar? Asla! Aslında şiirin o konudaki ufkunu da daha geniş oranda açar. şairin şiir için malzemesini daha da bereketlendirir. Broy 89. sayı 3- sayfadan bir alıntıyı inceleyelim.
“Orada ya da burada kayboluş bilincini benimsetme ajitasyonu ise, ister genel oya başvursun, isterse şiddete, söz konusu olan, terörize yöntemdir eninde sonunda. Ve yaşanacak olan, yenilgiden sonra da, yengiden sonra da derin bir aldatılmışlık duygusudur. Kayboluş bilinci diye bir bilinç yoktur. Burada, olmayan bir edilgenlikle kişinin kıskaca alınması nasıl mümkün olabilir? Yenilgiden sonra da, yengiden sonra da; özellikle burası daha ilginç. Devrimi yapan sınıf, devrimden sonra da bir aldatılmışlık duygusuna varacak! Burada inkar edilen şey tarih sahnesindeki bütün devrimlerdir. Kişiyi aldatılmışlık duygusuna götüren güç acaba gücünü nereden alıyor? Hem kendi sınıfından güç alacak, hem de onu aldatılmışlık duygusuna götürecek. Bir alıntı yine;
“Politik dogrultudan, insanın yaşamı- na yön verme bilincini anlıyorsak, insan, bu bilinci seçemedigi ve eyleme dönüştüremedigi yerde kimlik kaybına ugramakla yüz yüzedir. Faşizmin bütün saldırısı da
tam bu noktada toplanmıştır. Bununsa gerçekleşmesi, insanın kendini sorgula- maktan alıkoymasıyla olanaklıdır. insan kendine soru yöneltme yürekliligini yitir- digi yerde, kimligini oluşturma sürecin- den de yalıtılmıştır. Bu durumda birey- den ve seçilmiş politik dogrultudan söz etmenin geçerliligi kalmamıştır”
insan, bu bilinci seçemedigi ve eyle- me dönüştüremedigi yerde kimlik kaybı- na ugrar ve faşizmin saldırısı da bu noktada toplanırmış! Faşizmin bütün saldırısı ekonomik krizlerin derinleşmesi, emekçi insanların bu krizler karşısında siyasal ortamı tehdit etmesi ve egemen sınıfın çıkalarının tehlikeye girmesi ile ilgilidir. şu anda bilinçsizlik eskiye oranla (eylül öncesine) çok oldugu halde, insanın kendini yargılamadıgı halde, hiç te 12 Eylül gibi bir olgu gündeme gelmiyor. insan kendini sorgularsa kimligini bulur ve faşizm saldıracak nokta bulamazmış.
insanın kendini bilinçle donatması iyi de, kendini sorgulaması yerine, kendini açlıga mahkum eden güçleri sorgulaması gerekmez mi?
Başka bir alıntıyı yukarıda açıklamaya çalıştıgım için altına görüş koymadan alıyorum. Broy 28s sayı 9. sayfa, “Bu yüzden gelenek deyince, sanatsal baglamda ilk akla gelen siyasa degil dil, anlatım incelikleri, yöntemleri, imgesel kavrayışın vardırıldıgı düzey, estetik kazanımlar olmak gerekir.”
Felsefenin Temel ilkeleri adlı kitabında, futbol topunda bile siyaset vardır der Georges Politzer. şiir bilimle de ilgilidir ama, sosyal olaylar ve ortam şiirin daha çok etki alanıdır. şairin bir agaçta, bir dagda bir insan yüzünde gördügü olumlu veya olumsuzlukların tümü siyasi geçmişin ve gelecegin şöyle ya da böyle olması ile ilgilidir. Bütün sorunlan, toplum yararına siyasetler çözecegine göre ve insan ruhunun bütün uzantılan siyasi ortamların maddi ve manevi sonuçlan ile şekillenirken, şiir bu sonuçlarla kendini dışa vururken, bu, şiirde arka plana nasıl itilir? “Öz dogurur, biçim yogurur” demiş Hasan Hüseyin. Nazım Hikmet, Kaç yazısında özün biçim karşısında belirleyici oldugunu vurgulamıştır.
şair, kendini dogru bir dünya görüşü ile donatır. Bu dogru bir siyasede donanmak anlamına gelir. Bu dogruluk şiirin özünü oluşturur. Bu bilinç, düzeyinden hareketle aşk, doga şiirleri de yazar. Bu bilinç onu dar bir alana hapsetmez. Aksine bu alanda şairin kendini donatması, diger alanlarda da ufkunun son derece açılması ve şiirin malzemesinin zenginleşmesini getirir. Dogru bir bilinçle yetkinleşmiş bir ozan ile, bilinçle yetkinleşmemiş bir ozanın bir çiçekte veya kurumuş bir dalda aynı şeyleri görmeleri mümkün degildir. Burada, dar bir alan olarak gösterilen şey, aslında şiiri en büyük detaya ve çok yönlü güzelliklere götüren asıl şey- dir. En büyük şairler, en büyük şiirlerine siyasi alanda yetkinleştikten sonra ulaş- mışlardır. Neruda, ispanya faşizmine karşı yazdıklarını o siyasi yetkinlik olmadan yazabilir miydi? Nazım, Türk Köylüsü şiirinde, o siyasi bilince ulaşmadan, ne o duyarlıgı yakalayabilir, ne de o büyüklükte bir şiir yazabilirdi. Peki siyasi duyarlık, diger duyarlıklara güç katmaz mı? Aşk ve aşk şiirleri siyasi ortamlarla çözümlü ya da çözümlü olmayan durum degil midir? Bunu şiirde arka plana itmek, yurtsever bir siyasi birlikten kaçmak anlamına gelir. Niçin mi?
Dogru bir siyasi bütünlük yerine, Yeni Bütün, neden durmadan politik baglama diye bir ifade kullanıyor? Bu dogru ve yurtsever bir siyasi bütünlükten kaçmanın en ince bir ifadesidir de ondan.
Sosyalizme Dogru kitabının 114. sayfasında Asım Bezirci şöyle yazmış:
“Egemen çevreler toplumsal/siyasal bagımsızlıga, çogu zaman, “özgürlük” adını verirler. Gerçi, kendi görüşlerine baglananlara ses çıkarmazlar, hatta gizlice el uzatırlar onlara. Ama devrimci görüşe baglananlara özgürlügü çok görürler. O kadar ki, fırsat bulurlarsa, bu özgürlügü kısmaktan kaçınmazlar. Aslında sanatsal
özgürlük, onların gözünde, “sorunsuzlukla eşanlamlıdır. 53. sayfada ise şu açıklamaya yer vermiş.
“Sosyalist edebiyat halka baglıdır, halkçı bir tutuma dayanır. Bu demektir ki o:
– Bir avuç sömürücünün, baskıcının yanında degil, sömürülen, ezilen emekçi halk yıgınlarının yanında yer alır. Fakat, bunu yaparken, popülizme kapılıp halka dalkavukluk etmeye, ondan çıkar saglamaya degil, onu sınıfsal bilinçle çözümleyip donatmaya, sanatsal/kültürel düzeyini yükseltmeye, sorunlarını, çıkarlarını, özlemlerini dile getirmeye yönelir. Bunun için, halkın en ilerici kesiminin ideolojisine baglanır, gerçekligi onun dönüştürücü bakış açısına göre yansıtmaya girişir.”işte, baglanma bu anlamda bilimsel ifadesini bulabilir. Yani halkın en ilerici kesiminin ideolojisine…
Dogru bilinç, ilerici bilinç, toplumun içinde bulundugu tarihsel şartları, bunun, toplumu ve kişiyi kavrayışını, şekillendirişini çok iyi tahlil eder. Bu durumun yaşamı nasıl belirledigini ve bu durumdan rahatsız olanların yaşamı nasıl degiştireceklerini dogru tahlil eder. Onun için dogru düşünce, kişilerle degil, şartlarla daha çok ilgilenir. Buradan da bu şartların koruyucusu veya degiştiricisi sınıfsal güçlerle düşüncelerini yogurur. Vehbi Koç’u Koç yapan ve işçisini işçi yapan tarihsel şartlardır. Ne Koç’un kendisidir, ne de işçisi.
Yeni Bütün’ün sürekli bireyi öne çıkarması, toplumun genel refahı ve tarihsel şartlan görmemezlikten gelmesi ile ilgilidir. Bu durumda sorunların çözümü, karanlıkta el yordamına kalmış demektir.
Sosyalizm sınıf bilimidir. Onun sınıf bilimi oluşu, onu diger bilimlerden koparmaz ve dar bir çerçeveye de hapsetmez. Onu kendi belirleyicigi ile, diger bilimlerle baglantılar sonucu ortak dogrulara götürür. Bu ise sosyalizme bilimsel katkılar ekler ve geliştirir.
Sosyalist gerçekçiligin, sınıf edebiyatı oluşu, yukarıdaki duruma paralel olarak onu dar bir alana hapsetmez. Burada kendini yetkinleştiren şair, yaşamın bütün alanlarında en yetkin ürünlere ulaşır. şiire estetik büyüklügü ve biçimsel güzelligi, en üst düzeyde yükleyecek veri, bilinci, yaşamı degiştirecek olan bu potensiyel ile donatmakla mümkündür.
Burada, bu bilince ulaşmadan estetik olarak çok güzel şiirle yazan kişilerden sözedilebilir. Ama bu kişi, o bilince ulaşmış olsa idi, yazacagı şiirin boyutu o zaman ne boyutlarda olurdu?
Öyle ise şiirde siyasal bilinci küçümsemek, arka plana itmek, şiirde siyasal olmayan güzelliklere de engel koymak demektir. Yani aynı bakış açısından hareketle, şiirde bilinci güzelleştiren estetik, lirizm veya imge degil, bütün bunları güzelleştiren bilinçtir.
SONUÇ
Özellikle günümüzde şiirin sözde bilgiçleri, onu yaşamdan ayrı bir olaymış gibi yansıtmaya çalışıyorlar. şiirin başlangıcı da hayata baglıydı, eger bitecekse bitişi de hayata baglı olacaktır. şiiri bilinçle yazan da, bilinçsiz yazan da onu yaşamdan gelen etkilerle yazar. Büyük ustalar şiire, başlamak önemli, bitirmek degil derler. şiirin nedeni burada gizlidir. şair, yaşamın herhangi bir parçasından etkilenir. Ya hemen ya da süreç içinde etkilenişin gücüne göre şiir bilinci altında oluşmaya başlar. Yani bu etkileniş süreç içinde bu iç birikimini şiir, resim, müzik vs. biçiminde tamamlar. Bundan sonra onu dışa vurmak olan lezzetli bir dogum sancısı başlar. Sanatçı istemese de, başka bir çalışmaya yönetse de bu birikimin peşinden gitmek zorundadır. Bu baglamda şair şiiri peşinden götüremez, şiir şairi peşinden götürür. Bu yüzden şiire başlamak, içsellikte oluşmuş ve o lezzetli dogum sancısı başlamış demektir. Artık şiiri bitirmek sorun degildir. O kendini bitirttirir. işte bu iç birikimi saglayan yaşamın iş- leyiş biçimi, bu işleyiş biçimi sanatçının yorumlama durumu ve bu işleyiş biçim içindeki mücadelesidir. Bu baglamda şiiri yaşamdan ve yaşamı dogru yorumlamak olan dogru bilinçten koparmak, mücade- leden koparmak, şiirin ayaklarını yerden kesmek demektir. Bunun anlamı düşünceden korkmak, mücadeleden korkmak ve dogruyu çarpıtmaktır. Düşüncesizlige alkış tutmak ve şiir için düşünceyle gelecek güzelliklere set vurmaktır. Buna kimsenin gücü yetmez. Çünkü yaşam devam ediyor, mücadele devam ediyor, duyarlık varlıgını yaşama dayalı sürdürüyor.
Ülkenin sömürülmesi, insanın insan tarafından sömürülmesi, üretimin gericiligi, paylaşımın çıkarcılıgı, bütün bunların yarattıgı acılar, sıkıntılar, bunun yerine, insanlıga uygun düşen, yaşamı degiştirme mücadelesi, bu mücadelenin dinamik güçlerinin bu mücadele anındaki sorunları, direnmeleri, coşkulan, kardeşlikleri, duyarlıgın motor gücüdür.
Bununsa hem bilimi, hem siyasi yapılanması, hem sanatı, tarihsel olarak olanca gerçekligi ile geçerligini sürdürmektedir. Durum böyle degilmiş gibi yaşamdan kopuk, soyut, sözde sanat akımları olan birinci, ikinci yeni ve kendini bunlarla, yanlışlar dogrultusunda eşdeger kılmaya çalışan ve bunun popülerligine soyunan yenibütün, hiçbir iz bırakmadan geçip gittiler ve gitmeye de mahkumdurlar. Toplumlar ve dinamik güçleri, kendi mücadelesine denk düşen duyarlıkları benimsemişlerdir ve benimseyeceklerdir.
Eger ayrı dokularla aynı amaca gidil- seydi, Nasreddin Hoca’nın gölü yogurt tu- tardı. Yani yaşamın ekonomik alt yapısında nasıl ikilik, bunun mücadelesi ve kaypaklıgı varsa, üst yapı kurumlarından biri olan sanata yansıyışı da buna benzer oluşumlar içermektedir.
Asım Gönen – 1 Ağustos 1991 – Tavır Dergisi